Bende Hüküm Sür- FİNAL

Semra Şenol
9 min readAug 5, 2019

--

‘Uyanmaz’ diyorlar!

Derin, dibi görünmeyen bir uykunun pençesinde yatıyor, şuuru yok. Uyansa bile yüzde seksen yatağa bağımlı kalma ihtimali çok yüksekmiş. Beyninde baloncuk yırtılması yani beyin anevrizması oluşarak beyin kanaması geçirmesine sebep olarak bilincini yitirmiş.

Doktorlar bu açıklamayı tam 4 ay 3 gün önce yüzüme isteksiz ifadeleri, umutsuz ses tonlarıyla birlikte yaptılar. Anlamadım, gerçekten ağızlarından çıkan tek bir sözcüğü bile anlamlandıramadım. Kulağımın dibini sıyırıp geçti cümleleri, ağlayamayan donmuş ruhumla ayakta öylece bakmakla yetindim.

7 saat 38 dakika süren ameliyattan çıktıklarında da ameliyathane önünde ayaktaydım. Kulaklarımın kenarında uğultudan ibaret sesler, görüntüler bulanık, ayaklarımın altına minik minik karıncalar ensemden yukarıya doğru yürüyor. Uğur’un ailesi koşa koşa hastaneye geldiklerin henüz ameliyat bitmemişti, bense sadece kırmızı harflerle Ameliyathane yazılı kapıya afaki boşlukla kilitlenmiştim.

Bana ne olduğunu, nasıl olduğunu sordular! Açıklama yapacak yetkinliğe sahip miydim, bilseydim bu ihtimali aşkıma kıymaya cüret edebilir miydim? Son anımız olabilecek o kıymetli dakikalarda yüzümü cama çevirir miydim? Birbirine kapatıp sıktığı dudaklarını öpmez miydim, öperdim elbet hemde tüm nefesimi ömrüne verebilmek adına tükenene kadar. Nabzı atmaya devam etsin diye kalbimi kalbine denk getirerek sarıldım.

Mışlı, mişli geçmiş zaman ekinden ekseriyetle hiç haz etmedim desem yeri. 124 gün başımın ve kalbimin sınırından geçip gitti. O hala hissiz bir beden gibi beyaz çarşafların arasında yatıyor, nefes alırken dolan göğsü kabarıyor, soluğu hala sıcak. Ve ben bunun için her sabah, gözlerimi açtığım an şükrediyorum.

Günde bir kez beş dakikalık ziyaret hakkı vermelerine rağmen yanına girdiğimde beni kucaklayarak karşılayacağını düşlüyorum. Aradan aylar geçmesine rağmen onu hastane yatağına çivilenmiş halde görmeyi bir türlü sindiremiyorum. Bilinmeyenlerle dolu bir uyanışı bekliyorum, dünyaya ve bana geri döndüğünde onu eskisi gibi bulamayacak olma korkusu içimi kurt gibi kemiriyor.

Uzun bir uykunun pençesinde yatan Uğur böceğim, eninde sonunda uyanıp içi gülen gözleriyle yine kalbimi ısıtacak, bu temenni ile ayakta kalmaya devam edeceğim.

*

“Baba ben çıkıyorum, lütfen kafeyi geç açma sahaf yeni kitaplar yollayacak. İşlerimi bitirip Mevkibe abladan önce gelmeye çalışırım”

Çantamı omzuma asıp kahvaltısını yapan babamı mutfak masasında bırakırken içime çöreklenen hüzünle evden dışarıya adımımı attım. İstemediğimiz halde hayat bir şekilde rutine biniyor, sıradan günler yaşamamız için elinden geleni ardına koymuyordu. Halbuki sıradanlaşmak, belirli bir düzen içerisinde akıp gitmek telaşından yoksunduk. O hala yatarken, utanmazca yaşamaya nasıl devam edebiliyordum ki, şaşılacak iş doğrusu!

Yayın evinin yolladığı ilk nüshayı kolumun altına sıkıştırarak otobüse bindiğimde, yine karanlık bir gün geliyor diye düşündüm. Mevsimlerden sonbahar, eylül’ün hazin yanı benimle birlikte adım atıyor gibime geliyordu.

Hayat bir şekilde sarı-gri bir tona büründüğü içindir midir bilmem, dudaklarım uzun bir süredir yanlara doğru kıvrılmıyor. Kozanın içinde kıvrılmış, kanatlarını germek için sabırsızlık çeken bir kelebeğim. Arada iyi şeyler olmuyor değil ama yeterli gelmiyor asla.

Kendi çabalarımla açtığım kitap kafe ayaklarının üzerinde yalpalayarak yol almaya devam ederken, edit kısmı ve mizanpajı biten dosyam nihayet sayfalar halinde elimdeydi. 321 sayfaya denk bu satırlar bana aitti, benim yaşamımın bendeki tezahürüydü. Kendi gözümle, kendimin anladığı kadarıyla öykümü insanlara anlatma isteğimden doğmuştu.

Hastaneye ulaşabilmem için aktarmalı olarak iki otobüs değiştirmek gerekiyor, emektar Düldül 4 ay 4 gündür çalışmıyor. Bana bağlı olduğunu düşündüğüm arabam bile sevdiğimin yokluğunda bana sırtını çevirmeyi seçti.

“Saatini hiç sektirmiyorsun, bu kadar erken uyanmak zorunda mısın?” Güleç yüzlü yoğun bakım hemşiresi Çiğdem, elinde tuttuğu pansuman tepsisiyle karşıma çıktığında gülümsedim.

“Önceleri uykuyu severdim ama artık uyumaktan nefret ediyorum” derken, uykuya olan düşmanlığımın nereden geldiğini ikimizde biliyoruz.

“Bir değişiklik var mı?” her gün bir umutla aynı soruyu tekrarlıyorum. Kötüyü değil iyi çağrıştıracak bir iki kelime için nefesimi tutarak bekliyorum o iki saniyelik cevabı.

Başını sağa sola olumsuzluğu belirterek sallayan hemşirenin yüzündeki yaşlılık kırışıklıkları bir kat daha artıyor. Bende kafamı sallayarak geçiştiriyorum bu hüznü yüzümden, çenem gerilirken gözlerimin arkası yanarken konuşmakta zorlanıyorum.

Yoğun bakıma girerken ziyaretçilerin uyması gereken prosedürleri uygulayarak steril mavü önlüğü giyip saçıma ve ayaklarıma galoş takıyorum. Plastik eldiveni de ellerime geçirdiğimde 4 ay 4 gündür oynadığım oyuna uyarak gülümseyerek yoğun bakıma giriyorum. Perdelerle ayrılan diğer hastaların yanından geçip onun yanına gittiğimde, beni uyuyarak karşılıyor.

‘Nemrut herif, uyan artık’ diye isyan eden beynimi bastıran kalbim ‘Uç uç uğur böceğim, gönlüme kon yeniden’ diye sayıklıyor.

Besin yetersizliği çeken vücudu sanki her geçen gün yavaş yavaş eriyor, içe çöken avurtları, çenesinde ve yanaklarındaki en az üç günlük sakalı onun biraz daha yaşlanmış görünmesine sebep oluyordu. Uğur’u böyle yatarken görmek -her zaman övündüğüm- neşemi helyum balonu gibi söndürüyor. Bana en çok koyan ise elim kolum bağlı, çaresizce beklemek. Ne kadar zaman alacağını ön göremeden, tek dayanak olan sabırla, özveriyle beklemek.

“O kadar tembelsin ki yanına her geldiğimde beni uyuyarak karşılıyorsun. Daha önce sen kadar berbat misafir ağırlayan birini görmedim, hep kendi rahatına bakıyorsun” yanındaki sandalyeye oturmadan önce yanağımdan yuvarlanan tombul yaşı sildim.

“Stajyer olduğun zamanlarda böyleydin masanın üstüne ayaklarını uzatıp köy ağaları gibi oturur beni deli ederdin.” İçime bir soluk çekip “Beni hala deli ediyorsun ya” dedim buruk bir tebessümle.

Kolumun altına sıkıştırdığım kitabı dizlerimin üstüne koydum. Yeni matbaadan çıkan kapak gıcır gıcır parlarken, kapaktaki resim tekrardan gülümsememi sağladı. Kıvırcık, kızıl saçlı bir kızın üzerine konan kırmızı uğur böceğine gözleri şaşı şekilde bakıyordu.

Kapağın üzerinde yazılı ismini yüksek sesle okudum.

“Al Takke Ver Külah Aşk” Uğur’un damar yolu iğnesinin takılı olduğu elini nazikçe tuttum. Hala sıcacık, teni yumuşak ve canlı olduğunun kanıtı. Sırf bu sebeple bana geri döneceğine inanıyorum, beni tekrardan kaldığımız yerden sevecek.

“Bu bizim trajik komik hikayemiz Uğur Böceği. Benim sakarlıklarım, aldanışlarım, susmayan çenem seninse hep yanımda oluşun, dünyamı ısıtan gülen gözlerinin hikayesi. Kitabın sonu mutlu bitiyor sevenler barışıyor ve gökten üç elma düşüyor. “

Bir kez açsa gözlerini, ah nasıl da mesut olacağım haberi yok! Vicdansız yatıyor sadece, beni duyduğunu biliyorum, beni hissediyor varlığımın farkında.

“Kalbin yok senin, daha ne kadar acı çektireceksin bana. Köpek gibi seviyorum seni işte görüyorsun, uzak kalamıyorum senden. Uyan artık, affet son sözlerimi” ağlamayacaktım. Ama hıçkıra hıçkıra, yüreğim avucuma düşercesine ağladım.

“Mutlu sonum olmayacaksan hayatıma neden girdin?”

*

Süt kokulu bir bebek gözlerini dünyaya henüz açtı. Pembe yanaklarıyla gözlerini açacak mecali olmayan, uykuyla uyanıklık arası yeni yeni annesinin kokusunu teneffüs ediyor. Dokunmaya kıyamıyorum ki kucağıma alabileyim. Mucize gibi bir şey bu minicik parmaklar henüz tek bir parmağı kavrayabiliyor.

“Kucağına almak ister misin Selvi” diyen yengem, sinesine yatırdığı yeni doğmuş bebeğine nasıl baktığımı fark ediyor galiba.

“Alamam sakın verme. Kafasını bile tutamıyor ya düşürürsem” desem de bir anda kucağımda küçücük bir insan yavrusu peydah oluyor. Kuş yavrusu gibi minicik ağzı, okka gibi burnu, saçsız kafasıyla öyle güzel ki.

“Baba gözlerini açtı baksana nasıl da küçük” derken, babam yanıma geldi. İlk torun, ilk göz ağrısı olacaktı bu cennetin parçası. Gözleri mutluluktan dolan babam torununu kucağına ilk defa aldığında, bende kırmızı kurdelesiyle yatakta yatan Nuran’ın yanına geçtim. Abim Serhat bebek bezi almaya gitmişti, bebek haberinden sonra evliliklerini kurtarmaya çalışmakla en doğru kararı vermişlerdi.

“Adını ne koyacaksınız?” diyen babam, gözlerini geri kapatan bebeğin saçsız başını öptü. Yeni bir can gelmişti ailemize, daha büyük daha sarsılmaz bir bağ daha eklenmişti sevgimize.

Nuran yorgun gülümsemesiyle babama içtenlikle cevap verdi.

“Şeyda olsun istiyoruz baba, kulağına adını sen oku musun?” dediğinde babamında benimde boğazımız düğümlendi. Şeyda, biricik annemin unutulmaz adı. Dokuz ay boyunca bebeğin adını sır gibi saklayan Serhat ile Nuran, annemin adını çocuklarına vererek yaşatacaklardı.

Babam kısık, duygulu sesiyle yeğenimin kulağına ezan okuyup üç kez Şeyda diye seslendiğinde, küçük parmaklarla babamın işaret parmağına tutundu. Bu an hepimizin gözlerinin dolmasına sebep olurken, aklımdan kısa bir anlığına Uğur’la benimde bir bebeğimiz olur mu sorusu uğradı.

“Yeni adını şimdiden sevdi baba teşekkür ederiz” Babam Nuran’ın kucağına bebeği bırakırken “Esenlikle uzun, hayırlı bir ömür yaşasın kızım. Ayağına taş, gönlüne keder değmesin” diye dua ettiğinde hep birlik Amin diyerek mühürledik.

Hemşire gelip bebeği kontroller için götürdüğünde Nuran biraz dinlenmek için gözlerini kapadı. Bense kabına sığmayan bir su gibi nereye gideceğimi bilemeden odada dolanıyor, içimdeki sıkıntının nedenini nafile çözmeye uğraşıyordum.

“Yanlış bir zamanda mı geldim?” kafasını kapıdan uzatan kişi Reyhan’dı. Çekinik adımlarla içeriye girdiğinde Nuran’a bakış atıp bana döndü.

“Uygun değilseniz daha sonra da uğrayabilirim, beni görmek istemiyorsan hemen giderim” dediğinde çoktan sözüme geldiğini gösteriyordu.

“Çok sürmedi dimi? Ben demiştim demeyeceğim her seçimin kendince bir bedeli var, istediğin kadar kal. Bende çıkacaktım zaten “ telefonu çantamın içinden çıkarıp kapıya yöneldiğimde koluma dokundu.

Mahzun yüzünde parçalara ayrılmış kırgınlığı, hüsranı ayan beyan okunurken “Haklıydın. Selvi konuşalım mı,” diye sordu. Sesimi buz gibi tutmaya devam ederek “Sana ayıracak vaktim yok Reyhan ilişkin hakkında söylemek istediğim bir tek söz var sadece. Ne derler bilirsin, fingirdek tavuğu kümesinde abaza horozu çöplüğünde zapt edemezsin.”

Bana cevap vermesini beklemeden odadan çıktım şeytan azapta gerek, bunca yılın hatırını bir kalemde silen oydu. Elbet affedecektim bir gün, ama o gün bu gün değildi. Aylardır hastanede sabahlarken, içim cayır cayır yanarken yanımda olmayan dostum olamazdı. Bundan sonra sıradan bir arkadaştan ibaret olacak Reyhan’la tanışıklığımız, ne eksik nede fazla…

*

Yorucu bir günün ardından akla gelen ilk şeyi -duş_ yaptığımda saat çoktan gece yarısıydı. Kafe 11'e kadar açıktı, kapanışa kalıp etrafı toplamak ve temizliği yapmak bir saatten fazlamı alıyordu. Fakat mutluydum kimsenin emri altına girmeden, ayaklarımı uzatabildiğim kadar ayaktaydım.

Üzerimde havlu, ıslak saçlarımı kurutma makinesiyle kurutmaya çalışırken yatağın üzerindeki telefonum çaldı. Ki dipnot geçmek istiyorum kıvırcık ve kabarık saçlara sahipseniz saç kurutma makinesi sizi her zaman rezil eder.

Gece çalan telefonları sevmesem de ekrandaki numarayı tanımak kalbimin bir anlığına atmadan durmasına sebep oldu. Hastaneden arıyorlardı ve ben bu telefonu açacak cesareti kendimde zerre kadar bulamıyordum.

Kapanmadan telefonu cevapladığım da bana söylenen tek şey hastaneye gelmemdi. Hiç bir açıklama yapmıyorlar, hastam hakkında bilgi veremiyorlardı. Nasıl giyindim evden o saatte nasıl çıktım asla hatırlamıyorum. Tek hatırladığım sarı taksinin hastanenin önünde fren sıkışı ve aynı anda arabadan kendimi dışarıya atmam.

Yoğun bakım servisine girdiğimde Uğur’la ilgilenen hemşireyi bulamadım, yana yakıla onu arıyor yoğun bakıma gireceğimi bağırıyordum. Çiğdem hemşire beni delirmiş köpek gibi etrafa saldırırken bulduğunda aklımı kaybetmek üzereydim. Ya sonu bir kez daha görmeden öldüyse, diye sinir krizi geçiriyordum.

“Hey bu ne hal Allah aşkına, köpükler saçarak insanları korkutma. Gel bakayım sen benimle biraz sakinleş” Çiğdem hemşire omuzlarımdan tuttuğunda ağlıyordum.

“Uğur nerede, onu nereye sakladınız? Öldü mü?” diye sayıklıyor, hıçkırıyor, kadını kollarımla sarsıyordum.

“Ayy bir dur artık neden saklayacağız hastayı mantığını kullan. Eğer böyle çıldırmış gibi davranırsan seni odasına götürmekten vazgeçerim. Anlıyor musun beni!” dediğinde başıma çekiç vurulmuş gibi kıpırdamadan durdum. Başımı salladım ama birden uyuşturucu iğnenin etkisinde gibi donuklaştım.

Asansöre bindiğimizde Çiğdem hemşire bir şeyler söyledi ama duymaktan acizdim. Uzun koridoru geçip bir kapının önüne geldiğimizde kapıyı çalan da oydu, ben sadece içeriye bir adım attım.

Tuana hanım, eşi ve kızı hepsi odadaydı ve beni gördüklerinde yarım yamalak gülümsediler. Çiğdem hemşire ziyaret zamanlarının dolduğunu ve yarın sabah tekrar gelmelerini rica ederek odadan çıkmalarını sağladı.

Ben hala gözlerimi yukarıya kaldıramıyor zemindeki karo şeklindeki laminat parkeyi görüyordum. Kalbim ağzımda bir kuştu, açarsam her an uçup gidebilirdi.

Çiğdem hemşire omuzlarımı tekrar sıkıp beni öne itti. “Bu kıyağımı da unutma sabaha kadar yanında refakatçi olarak kalabilirsin” dedi ve odadan çıktığını arkamdan kapanan kapının sesinden anladım.

Hipnotize olmuş gibi çenemi kaldırdığımda üstü çıplak şekilde yatakta yatan Uğur’un aralık gözlerle bana baktığına şahit oldum. Aman Yarabbi, cennetti gözleri ve bana bakıyordu. Bütün gücüm geri gelmiş gibi yatağa koştum, yanaklarını, gözlerini, dudaklarını, sıcacık ellerini doya doya öptüm.

Uğur genizden gelen yavaş, duraksayan sesiyle “Ağlama, ağladıkça çirkinleşiyorsun. Kim bu kadar ses ve görüntü kirliliği çıkarabilir ki senden başka?” dedi. Konuşurken o kadar çok zorlanıyordu ki bütün gücünü kullandığı belliydi.

Hemen gözlerimi silip burnumu çektim. Yanına oturup elini yanağıma bastırdım, yüreğim kocaman bir denizdi şimdi. Gülümsemeye çalıştım ama söz dinlemeyen gözlerim yine su kaçırıyordu.

“Bana dönmeyeceksin diye ödüm kopuyordu. Beni o kadar çok beklettin ki senin yüzünden sulugöz olup çıktım. Kimse sen gibi güldüremedi beni” yanağımdaki elini kalbimin üstüne getirdim.

Bitap düşmüş dudakları iki yandan kıvrılmaya çalışırken doğrulmaya çalıştı lakin gücü yetmiyordu. Arkasına yastıkla destekleyip başını kaldırmasına yardım ettiğimde bana minnet gözlerle baktı. Buz tutan duygularım eriyip gölete dönüştü, can suyumu yeniden bulmuştum.

Ellerini tekrar tuttuğumda parmaklarımı sıktı, bakışlarını bir an gözlerimden ayırmadan “Düştüğüm yerden beni sen kaldırmasaydın, her gün duymasaydım sesini yolumu bulamazdım.”

İşte beni dağıtan, her bir parçamı dört bir yana dağıtan sözlerdi bunlar. Aşk kokan gözleriyle, hayatıma çektiğim sünger, talihsiz hayatımın Uğur’uydu. Sonsuzluk uykuna yatmadan, sadece bana meylediyordu.

“Düşük çenemin bir işe yarayacağını biliyordum.” Hem ağladım hem güldüm, gören delirdiğim kanaatine varırdı. Bana uzanmaya çalıştı ama vücudunu kaldıracak kadar mecali yoktu, acıyla yüzünü buruşturdu.

“Söz veriyorum seni ömrüm boyunca dinlemeye hazırım ama lütfen şimdi susup beni öper misin, ben yapamıyorum” dediğinde hastaneyi inleyen, cümbüşe çeviren kahkahalarımı saldım.

Dudaklarım dudaklarına değdiğinde aklımda, fikrimde, zikrim de onunla geçireceğim yılların muhasebesini yapıyordu. Gökten düşen üç elmayı bölüşecek, kalbimin saltanatını onun önüne sürerek hayatına mucize katacağım.

Hayat her dem kısa olabilir, bir günü bile heba etmeden katıksız aşkımla onu sulayacak, Uğur böceğimin kanatlarıyla uçmayı sürdüreceğim. Evlere şenlik bir ömre ‘evet’diyeceğiz el ele, yürek yüreğe…

SON

Bir hikayenin daha sonundayız, umarım beğenerek okumuşsunuzdur :) Selvi ve Uğur sizlere burada veda ederken, hayatınızda mucizenin ve aşkın hiç eksik olmamasını diliyorlar. Hayallerinizden vazgeçmeden, mutluluk neyi gerektiriyorsa çekinmeden yaşamanız dileğiyle okuyan herkese teşekkür ederim.

Yeni hikayelerde buluşmaya devam edelim :)

Hikayeyi bütün bölümleriyle okumak için https://www.wattpad.com/762131170-al-takke-ver-k%C3%BClah-bende-h%C3%BCk%C3%BCm-s%C3%BCr-final

--

--

Semra Şenol
Semra Şenol

Written by Semra Şenol

Gözyaşındayım, AKKOR Kitaplarının Yazarı, Onedirki metin yazarı https://semrasenol.com/ Wattpad; İnstagram: https://www.instagr

No responses yet